İmkanlar dahilinde “insan” olmak

İmkanlar dahilinde “insan” olmak

Birkaç gündür, gündelik haberlerin arasından sıyrılabilmek için felsefe okuyorum yine. Çok sevdiğim bir adamın, değişik gazete ve dergilerde yayınlanmış röportajlarını, makalelerini izliyorum. İnsanla ilgili konuşuyor hep; bilimin insanı yok ettiği dönemlere atıfta bulunuyor, tarihin insansız yazıldığı çağları anlatıyor, insanın yeniden bir bütün olarak felsefede yer bulabilmesini önemsiyor. Bunun için psikolojiyi referans alıyor. Yeniden zıtlıklar üzerinden (diyalektik) yazılacak bir tarihin, psikolojiyle birlikte insanı var edeceğine inanıyor. O kadar güzel ki, konuşmak insan üzerine. Hümanizm kavramının çok eskiye dayanmadığını söylemiş mesela bir yerde; hümanizm eğer insana dair bir uğraş ise, bunu bize ilk anlatanlardan birisi Kant’tır demiş. Çünkü, Kant aslında insanın sınırlarını çizen filozoftur. Çünkü Kant, insana sınırlılığını göstermiştir. Bedenin sınırlı doğasını üflemiştir kulağına.

Haliyle bu “sınırlılık” fikri bana bir kez daha imkanlarımı hatırlattı. Nedir insan olmak? Bu soruyu bir kez daha hücre çekirdeklerimce sordum. “Önce insan…” demiştim; her şeyden evvel “insan”. İnsan zihninin anlamlandırma mekanizması, en çok da yine kendisi üzerinden çalışıyor zira. Bir yaprağın ağaç dalından düşüşü, nasıl başı ve sonu belli bir hadiseyse, doğum ve ölüm de öyle. Ve nasıl o ağaç yaprağı kendi “zaman”ını aşıp da insanın daha geniş “zaman”ını anlayabilirse, insan da muhakkak, tarih denilen o “sonlu” şeyi algılayabilir inandım. Lâkin, Kant bize ölümlü olduğumuzu fısıldamış da, “ölümsüzlük” ne ola ki? Bilmeye uğraştım, tıkandım.

İki aynanın karşılıklı duruşunda sonsuza kadar giden görüntülerdir en nihayetinde basit bir sonsuzluk fikri. Oysa aynaların basit bir hamleyle kırılganlığını düşününce, o kadar da mûkim olmayan bir sonsuzluğun içimdeki boşluğu dindirmediğini anladım. Aynaları aşıp, maddeyle ters düşen bir sonsuzluğa ihtiyacım varmış, bildim. İmkanlarım sınırlı ya, o halde bir pencere bulup, hani bazen “dipsiz kuyuya düşmek” denir ya; öyle bir kuyuya düşerek sonsuza erme fikri belirdi zihnimde. Sanki, o ucu bucağı olmayan kuyunun dibinde sonsuzluğun mahrem gizi saklıymış, ben o kuyuya düşünce bir tılsım beni uyandıracakmış; ve Kant’ın bana verdiği kara haberin kasveti dağılacakmış. Uyandım.

Lâkin, insanın içinde iki zıt yöne çeken bir mekanizmanın varoluşu, zihnimi bulandırmaya devam etti. Sonsuzluğa bir “zıt” aradım. Varlığın karşısına nasıl yokluğu çıkaramamışsam bir zaman; aynen öyle de sonsuzluğun ucu bucağı olmayan iklimini solurken, sonluluğun acımasız karanlığını karşısına çıkaramadım. Bir iğne ucu ile bir okyanus enginliği dahi, zıtlıklar namına gözüme göründü de; hiç olmayanla, hep varolanın arasında bir terazi kuramadım. O halde, varlık içinde bir sonluluk nasıl tahayyül edilir? Kafamı buna yordum. Zerrelerin ufak hareketlerle bedenimi teşekkül edişini izledim. Annemin karnındayken, bedenimin harcını oluşturan o acayip proteinler, vitaminler, mineraller… Teyzemin anneme Belçika’dan getirdiği bir çikolatadan aldığım glikoz, mahalleden geçen el arabasında satılan bir marul yaprağındaki vitamin, kimbilir hangi sütçünün evimizin kapısını çalarak ikram ettiği bir bakraç beyaz süt.

Aynı hızla ömrümü bir film şeridi gibi ileri sarıp, mezarda bedenimin çürüyüşünü izledim. Aynı hızla bedenimin harçlarının dağılışını süzdüm. Sıkıntılı anlarımda ruhum nasıl dağılıyorsa asumâna, ölü anlarımda da bedenim öyle dağılıyordu yeryüzüne. Kant’a bir kez daha hak verdim. İnsandım, çürüyordum. Her şey gibi ben de değişiyordum. Değişmeyen tek şey, değişimdi. Her gün ‘ömrümün binasından bir taş daha düşüyor’du. Hâl böyle olunca, imkan dahilinde insan olmanın erdemini düşlemeye başladım.

Bu basit bedenin, bu sıradan ilişkilerden müteşekkil yapı taşlarının, bu ruh üflenmiş boşluklu yapının, en nihayetinde Kant’ın da imlediği gibi “aşkın” bir şeyle karşı karşıya durduğu vakit nasıl da “acz” içinde kaldığını gördüm. Ancak hâlâ sonsuzluğun karşısına bu sonluluğu koyamadığımı farkedip, sustum.


Yorum Yap!